26 Ağustos 2010 Perşembe

Dünya güzellik ve asaletle tanışır

11 Haziran 2010 Cuma

Bu şarkı

Çok eski bir şarkıdır bu dudaklarımda ve kulaklarımda kalan. İlk defa yıllar önce bir yaz sonu, bozkıra akşam inerken dinlemiştim. Gün kıpkızıl batmaktaydı, her taraf bu renge boyanmıştı ve her yan sıcacıktı. Sararmış kısa otlar yangın yeri rengine bürünmüştü. Bütün sesler susmuştu ve bu şarkı esiyordu her yanda. İlk defa dinlediğimde bile çok eski bir şarkıydı. Ne zaman içimde canlansa içim ısınır. Bu şarkı uzakları anlatır. Çok uzaklarda kalan bir şeylerim var benim, biliyorum. Yüreğimin derinliklerinde bir pencere hep oraya açılır, bir ayna hep aynı şeyi gösterir. Çok eskiden ama çok yakın... Ne zaman elime sevdiğim bir şey geçse bir vakit sonra bakarım ki aynanın derinliklerinde kaybolup gitmiş. Sonra onu yine bu şarkıda bulurum. Sarıya çalan solgun bir yeşil ve alev rengi karışık bir girdap halinde dönüp duran zaman, içine alır, öğütür, eritir, hazmeder her şeyi ve o pencereden yahut aynada görünen, bu şarkının anlattığı sahile, ıstırap veren bütün hareketin durduğu, derin bir sükûna döndüğü yere bırakır gider. Bu sahilde saklı bir sırdır özlediğim. Bazen farklı suretlere bürünüp görünür gibi olan, bazen şekilsiz ve renksiz bir halde kendini hissettiren, hem benim bir parçam ama hem de benden ayrı bir şey, ne olduğunu çoktan unuttuğum, fakat varlığını hiç bir zaman unutmadığım bir şeyi söyler bu şarkı. Sanki benim kendim bile bilmediğim hikâyemdir ve benden başka sayısız bir çok kişinin ortak hikayesidir taşıyıp getirdiği. Tek kelimesini bile bilmediğim bir dilde söyler durur ve ben fikirsiz, kelimesiz anlarım ne demekte olduğunu. Çok farklı hadiseler çekip çıkarabilirim şarkının anlattığı hikayenin içinden, gerçekten olmuş yahut olmamış, kimin umurunda. Mesela çok önceleri ben senin sevdigindim, birlikte huzur ve sükun dolu günlerimiz olmuştu. Hep yanımdaydın ve sen yanımdayken ben bütün kainatı, sevilebilecek her şeyi, güzel olan ne varsa hepsini yanıbaşımda hissediyordum. Sen vardın ve ikimizden çok ötede bir şeylerin varlığını ve bu varlıkla bütünleştiğimizi, kaynaştığımızı, aynılaştığımızı hissedebiliyordum varlığında. O kadar büyük, o kadar güzeldi ki hissettiğim, bütün kelimelerim tükeniyor, her şey derin bir suskunlukta anlatılıyor, ama bitirilemiyor, tekrar tekrar, devamlı söyleniyor, daima söyleniyordu. Böyle bir şeyin hiç olmadığını kim iddia edebilir ki? Ufkun kenarında kaybolup gitmekte olan bir yelkenlide, senin şimdi bu şarkıyı söylüyor olman tesadüf değil, biliyorum.

3 Haziran 2010 Perşembe

Çok özledim

Merhaba Sevgilim,
Nasılsın? Seni göremeyeli ben hasretinden, sarardım, soldum, muma döndüm. E, az değil güzelim: bin yıl oldu sen gelmeyeli, söyleşip gülmeyeli… Hasretle bekliyorum seni, akça pakça turnalar gibi süzülüp gel artık. Sen yokken buralar, bir tatsız, bir keyifsiz, sorma... Ne baharın neş'esi var, ne yazın şevki... Seni bekliyorum, seni özlüyorum. İçimde gezip dolaşmak arzusu peyda oluyor bazen, eve gireceğim gelmiyor... Sonra çıkıyorum, dön dolaş yine aynı, yine aynı; her nereye gitsem, sıkıntımı da beraber götürüyorum. Cumartesi günü çıktım, biraz yürüyüş yaptım, Boğaz'da. Sana olan hasretimi denizanalarına anlattım, anlamadı, dinlemedi keratalar... Görmeliydin, gülüm, her yanda deli erguvanlar açmıştı, her taraf yemyeşildi... Tabiat bütün güzelliğini esirgemeden gözler önüne sermişti, ama ne fâide? Sen yanımda olmayınca hiç birinin lezzeti dimağımda karar etmedi... Seni aradım köşe bucak, parklara baktım, çınar altlarına baktım, Boğaz'da süzülen sandallara baktım, masmavi göğe, firuze sulara, ferah rüzgarlara açılmış geniş birer göğüs kafesi gibi duran hür nefesli yalıların pencerelerine baktım, hiç birinde yoktun ve hepsinde de sen vardın... Gözlerimi her nereye çevirdi isem hep senin hayalini gördüm, güzel gözlerini, şirin gülüşünü gördüm, tatlı sözlerini duydum, her seferinde ellerine dokunmak istedi isem de, bir serap gibi kayboldun... Dayanmak zorlaştı, beklemek ızdırabı haddi aştı, özledim, bir tanem, seni özledim...

2 Haziran 2010 Çarşamba

Beklerim, başka ne işim var?

Merhaba Sevgilim,
Geçenlerde, rüyamda seni gördüm, biliyor musun? Önce dolunay oldun, siyah tepelerin ardından ufkuma doğdun. Gökyüzü lacivert bir aydınlıkla ışıl ışıldı. Aydınlık gittikçe arttı, gün ışığı olup yağdın avuçlarıma. Tatlı bir rüzgâr olup saçlarımı okşadın. Güldün, güller açtı gönlümde. Bir nice hayallerin imbiğinden süzülüp geldin, tecessüm ettin. Zamanın donduğu bir tek anda seninle baş başa kalakalmak istedim. Dünya durmalıydı. Yeşil ağaçlıklı, serin suları akan bir bahçede olmalıydık. Sana neler neler fısıldadım, biliyor musun? Seni gülerken görmek, kokunu almak, ellerini tutmak, saçını okşamak, başını göğsümde hissetmek ne kadar güzeldi, biliyor musun? Küçücük bir şey bile olsa, seninle paylaşmak kadar zevkli ne olabilir bilemiyorum. Tek yapraklı, dalı kırık bir çiçek, bir fincan çay, döne döne akıp giden bir yolun bir dönemecinde el ele yürüyüp giderken birlikte tutturulan bir ıslık...
Tatlı bir yaz akşamının maviliğinde, akasyalar, iğdeler, hanımeliler arasında öylece oturduk, konuşmadan. Zaman da sendin, mekân da sendin. Dün ya da yarın yoktu, sen vardın. Gidecek başka bir yerim yoktu, vatanım sendin. Yıldızlar ışıldamaya başladığında, son bir veda busesi verip gökteki burcuna ağdın. Her şey bir serap gibi sessizce gözlerimin önünden silinip gitti. Nerelere gideceğimi bilemedim. Lâ'lgûn bir akşam oturdu kaldı gönlüme. Hasretle hâlâ seni bekliyorum. Beklerim, başka ne işim var?